Yorumlar
Sivil darbeciler!
Kendi kendimizi kandırmayalım. "Mahkeme '367 vekil şart değil' derse çatışmaya sürükleniriz" tehdidi ile Anayasa Mahkemesi'ni baskı altına alan, böylece hepimizin ihtiyacı olan hukukun dibine bir C-4 kalıbı yerleştiren 'anamuhalefet partisi'nin de içinde yer aldığı demokrasiyi rayından çıkartmak için silahlı müdahaleye gerek var mıydı?
Meclis eliyle yürüyen bir süreç, onun iradesi dışında, dışarıdan gelen bir müdahale ile durdu. Parlamento, cumhurbaşkanını seçemeyeceği için erken seçime gidecek. Bu durumda, yol açtığı sonuçlar itibarıyla Genelkurmay'ın "Geceyarısı e-Bildirisi"nin "27 Nisan Muhtırası" olarak tarihe geçeceğini kabul edebiliriz. Türkiye'nin ordusu bir sayfalık bir metin yayımlayarak siyasete müdahale etti ve bu müdahale demokratik kurallarla işleyen süreçleri sekteye uğrattı. Meclis, cumhurbaşkanını seçemedi ve erken seçime gitmek zorunda kaldı. Gerçekten böyle mi? Bu hükme varmadan önce cevaplandırılması gereken epeyce soru var. Önce şu sorunun cevabını vermeliyiz: Muhtıra kime verildi?
Hükümetin, başlattığı ve yürüttüğü süreçlerden vazgeçmediğini biliyoruz. Üstelik, zıpkın yemiş gibi sarsılan muhalefete göre oldukça sakin göründü. Bildiriye, "Genelkurmay'ın başbakana bağlı bir kurum olduğu"nu vurgulayarak cevap verdi. "Demokratik hukuk devleti" içine yerleştirerek eleştirdi. Ayrıca, bildiriyi yayımlayanları "11. cumhurbaşkanlığı seçimi"ni etkilemeye çalışmakla suçladı; ve özellikle "Anayasa Mahkemesi eksenli tartışmalar yapılırken ortaya çıkması, yargıyı etkilemeye yönelik girişim olarak algılanır" sözüyle mahkûm etti. Ne 12 Mart'ta olduğu gibi hükümet istifa etti ne de Meclis, önüne konulan "yasalar paketi" ile karşılaştı. 28 Şubat sürecinde olduğu gibi hükümet hırpalanmadı ve "silahsız güçler" devreye sokulmadı. Kısaca, bildiri hükümetten bir tuğla bile kopartamadı. Hükümetin erken seçime yönelmesi, bildirinin değil Anayasa Mahkemesi kararının sonucu oldu. O zaman, bildiri kime verildi? Bildirinin gereğini ifa ederek, aldığı talimat doğrultusunda demokratik süreçleri durdurarak, durumu bir askerî müdahale çerçevesinin içine kim soktu?
Muhtıra muhalefete verildi
Elinde silah bulunduran gücün, bu silahlara dayanarak demokratik süreçlere müdahale etmesi tek darbe yöntemi değil. Elimizde iki model var: Birincisi 27 Mayıs veya 12 Eylül'de olduğu gibi, sabaha karşı yönetime el koymak. Hızlı bir saldırı silahı olan tanklar, bu iş için kullanılıyor. Ankara'da Meclis binasına 15 km uzaklıkta bir zırhlı tümen var. Tanklar kritik mevkilere mevzileniyor. Önündeki kocaman namlusu ile dehşet saçıyor. Kimse direnmiyor ve askerlerin eline vatanı savunmak için verilen silahlarla halk tehdit ediliyor ve yönetim silah sahiplerinin eline geçmiş oluyor.
İkinci yöntem, doğrudan silah kullanmak yerine silah kullanma tehdidi ile sivilleri korkutmak ve yönetime "darbe tehdidi" ile el koymak. 12 Mart'ta bu model uygulandı. 28 Şubat, yine bu modelin geniş bir sivil koalisyonla birlikte uygulanması idi. 27 Nisan Bildirisi ise bugüne kadar görünenlere bakılırsa 12 Mart modeline uyuyor. Arzu edilen sonuç elde edildi. Cumhurbaşkanı seçtirilmedi ve erken seçim kapıya dayandı. Ama yine de aksayan bir şey var. Bildiri, hükümeti değil, muhalefeti etkileyerek hedeflediği sonuçları elde etti. Bu bildiri hükümete değil, muhalefete verildi. Yerini bulduğuna göre muhalefet, kendilerine verilen silah destekli görevi yerine getirdi. O zaman bu darbe, silahlı desteği olan bir "sivil darbe" olarak tarihe geçmeli. Soruyu şu şekilde değiştirelim: "Kim farklı bir tavır içine girseydi, bildiri amacına ulaşmazdı?" Elbette tek tek muhalefete bakacağız.
Muhtıra neyi değiştirdi?
27 Nisan senaryosunun iki aşamalı bir hedefe göre planlandığı ortada. Stratejik hedef, "cumhurbaşkanını seçtirmemek". Bildirinin zamanlaması ve içeriği bu temel hedefi zaten yansıtıyor. Bu hedefi gerçekleştirmek için iki şeyin peş peşe mümkün olması gerekiyordu. Birincisi, Meclis'in 367'nin altında bir rakamla toplanarak ilk seçimi yapması, ikincisi bu seçimin Anayasa Mahkemesi tarafından, "yürütmeyi durdurarak iptali". Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar, hukuken eleştiriye açık. Anayasa'nın 102. maddedeki amir hükmünü, "salt çoğunlukla cumhurbaşkanı seçme" yolunu bütünüyle ilga ettiği için, yeni bir anayasa hükmü ihdas edildi. Ama Anayasa Mahkemesi'ni suçlayamayız. Suçlanması gerekenler, sorunu siyasî olarak çözebilecek iken önce karakola (yani silahlı gücün inisiyatifine), akabinde mahkemeye taşıyanlar olmalı.
Şayet Meclis, 26 Nisan'da 367 ile toplanabilseydi, 27 Nisan Bildirisi bir askerî müdahale olarak tarihteki yerini alır mıydı? Yine bugün Meclis, Anayasa Mahkemesi'nin şart koştuğu sayıyı aşarak toplansa ve hükmünü icra etse, 2017 yılından geriye baktığımız zaman 27 Nisan 2007 Bildirisi'ni hatırlayan bir Allah'ın kulu bulunabilecek mi? Bir tek aktör, bir tek muhalefet partisi sonucu değiştirmiş, ayna gibi pırıl pırıl parlattığı asker postalında gördüğü kendi aksine hayran kalarak bu talihsiz bildiriyi bir muhtıraya dönüştürmüştür. 26 Nisan'da yapılan oylamaya katılmayarak Meclis'i devre dışı bıraktıran, bildirinin taşlarını döşeyen ve sonra da kalkıp "Bugün yapılması gereken şey büyük bir samimiyetle Meclis'i açık tutmak gayreti içinde olmaktır." mürailiğine sığınan parti lideri. Allah'tan demokrasi var ve adama sorarlar: "Madem öyle neden açık tutmadın?"
Neden sivil darbe?
Ortada bir darbe olduğu, yol açtığı hasarlardan belli. Borsa, dolayısıyla ekonomi yüreğimizi ağzımıza getirdi. Anayasa Mahkemesi'nin itibarı, dolayısıyla hukukun üstünlüğü prensibi büyük yara aldı. Milletin özgüveni sarsıldı. Benim gibi, toplumun çoğunluğunun geri, ilkel, kaba, gayri medeni bir ülkede yaşadığı duygusuna ve karamsarlığına kapılmalarını da dikkate almak lâzım. Yine de şu sorunun cevabını veremiyoruz: Bu ağır bedelleri ne için ödedik? Bu bildiri yayımlanmadan, bu bildiri ile amaçlanan sonuçlar sağlanamaz mıydı? Birinci turun 367'nin altında yapılması, muhalefetin eseriydi. 367 altında toplanan Meclis'in tasarrufunun durdurulması Anayasa Mahkemesi'nin hükmüydü. O zaman bildiri kime verildi? Anayasa Mahkemesi'ne mi? Anayasa Mahkemesi'nin taraflı karar verdiğini düşünenler bile, böyle bir bildiriye ihtiyaç duymayacaklarını bilirler. Diğer turları da garanti altına almak için muhalefete mi? CHP'nin böyle bir bildiriye gerek duymadan zaten cumhurbaşkanını seçtirmemek için her şeyi yapacağı belliydi. Geriye sonucu değiştirebilecek konumda, sadece Anavatan Partisi kalıyor. Bildiri, Erkan Mumcu'ya mı verildi?
Biraz farklı bir zaviyeden, askerlerin durduğu yerden bakmayı deneyelim. Demokrasiyi var edebilmek için bağımsız bir ülkenizin olması lazım. Bağımsızlığınızı koruyabilmek için de güçlü ve itibarlı bir ordunuzun, ülkenin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan bir komuta heyetinizin olması gerekir. Bildiri öncesinde ve sonrasında karşımıza, 20 milletvekili ile kilit konumunda bir partinin lideri olmak yerine bir "darbe yorumcusu" olarak çıkan Mumcu'nun söylediklerine bakalım. Bir felaket tellalı gibi kum saatindeki kumları sayarken, "Önümüzdeki 36 saat, ülkenin 36 yılı kadar önemlidir." diye feryat ederken bizi bir şeyle korkutuyor. Bizi kendi ordumuzla korkutuyor. Sınırımıza dayanmış bir düşman ordusuyla değil, kendi heva ve hevesleri için ülkenin alî menfaatlerini ateşe atmaya hazır bir parya devletinin veya muz cumhuriyetinin askerleriyle değil, kendi ordumuzla, kendi askerlerimizle korkutuyor. Tekrarlıyorum, bir işgal ordusuyla veya "istemezük" naraları atan bir yeniçeri ordusuyla değil Türk Silahlı Kuvvetleri ile bizi korkutuyor. Ne demek, Türkiye'ye 36 yılını kaybettirmek? Kim kaybettirecek?
"Katıldığım hususları vardır, katılmadığım hususları vardır içeriği yönünden. Katılmadığım hususları, doğrudan reddetmekten ziyade eksik bulduğum yönleri vardır." Mumcu, bu sözlerle, Parlamento'da diğer parti liderinin görüşlerini tartışmıyor, 27 Nisan Muhtırası'nı yorumluyor. Baykal'ın bile söylemeye cesaret edemeyeceği bir söz: Mumcu "doğrudan reddetmiyor" sadece "eksik" buluyor.
Kendi kendimizi kandırmayalım. "Mahkeme '367 vekil şart değil' derse çatışmaya sürükleniriz" tehdidi ile Anayasa Mahkemesi'ni baskı altına alan, böylece hepimizin ihtiyacı olan hukukun dibine bir C-4 kalıbı yerleştiren 'anamuhalefet partisi'nin de içinde yer aldığı demokrasiyi rayından çıkartmak için silahlı müdahaleye gerek var mıydı? Meclis grubu ile bütün süreci değiştirecek konumda iken, bütün enerjisini "mahcup gece yarısı bildirisi"nin tesirini çoğaltmaya hasreden, sonra şımarık bir çocuk gibi sırtını askere yaslayıp sonra hükümete dönüp "benim abim seni döver" havasında tehditler savuran bir muhalefet lideri varken, ödediğimiz bedellerin faturasını neden askerlere çıkartalım?
Bir askerî darbe ile değil, doğrudan sivillerin tasarladığı ve uyguladığı sivil bir darbe ile karşı karşıyayız. Şayet askerler 27 Nisan Bildirisi'ni yayımlamamış olsalardı, yine amaçladıkları sonuç önlerine gelecekti. Ama 27 Nisan Bildirisi yayımlanmasaydı, Erkan Mumcu ve Deniz Baykal, arzu ettikleri sonucu elde edemeyeceklerdi. "Arzu ettikleri sonuç" konusunda yaptıkları hesap hatası ayrı bir konu.
"Askerî darbe" şakşakçıları, sıkışınca hükümeti "sivil darbe" yapmakla suçluyorlar. Darbe lafını Fransızların "Coup d'Etat" sözünden aldık. Darbenin amacı hükümeti yıkmaktır. Bunu silahla da yaparsınız, silahsız da. Demokratik yöntemler içinde olursa hükümet önceden belirlenmiş kurallara uygun biçimde el değiştirecektir. Şayet demokrasi içinde vücut bulan bir hükümet, demokrasi dışında yöntemlerle sona erdirilirse, bunu kim yaparsa yapsın adına darbe denir. Bugün karşımızda olan ise açık bir "sivil darbe"dir. Muhalefet, demokrasinin ana kurumunu, yani Meclis'i çalıştırmamış, Meclis'in karar vermesini engellemiştir. Sonra bu engellemeyi mahkemeye taşıyarak, Meclis kararına ipotek koydurmuştur. Meclis'te cumhurbaşkanlığı seçimi için 367'nin sağlanmaması ve sonrasında kavganın karakolda ve mahkemede sona ermesi mimar-mühendis ve işçilerini sivillerin oluşturduğu sivil bir darbe teşebbüsüdür. Hükümet, sivil bir darbe ile sona ermekte, Meclis sivil bir darbe ile karar veremez duruma gelmektedir.
Darbe nasıl önlenir?
27 Nisan "e-muhtıra"sı amacına ulaştı. Kurallarını bir askerî cuntanın 1982'de belirlediği cumhurbaşkanlığı seçim süreci engellendi. Siyasetin rengi ve şekli değişti. Bütün dünya gibi, bizi şoke eden bu bildiriyi sebepleri ve sonuçları ile anlamlı bir yere yerleştirmek istiyorsak, tablonun merkezine sivil siyaseti koymalıyız. Yüksek komuta heyetimiz bu ülkenin düşmanı değil. Bugün yapılacak bir askerî müdahalenin, ülkede silahlı güçle korunacak hiçbir şey bırakmayacağını, her şeyimizi, ama her şeyimizi hatta ellerindeki silahları bile kaybettireceğini elbette bilirler. Bildiri metnine yansıyan eğretilik ve çekingenlik, endişelerini de ifade ediyor. Sadece siyasetçilerimiz, terazideki sıkletleri hafif kalınca tankı ve tüfeği imdada çağırıyorlar. İşin tuhafı, tank ve tüfek sandıkta hiçbir işe yaramıyor; tersine arkasına sığınanları hafifletiyor.
Baykal, Tandoğan ve Çağlayan'daki "Ne şeriat ne de darbe" sözünün sadece birinci kısmı ile yetinmeye devam ediyor. Hâlâ, kasatura ile açılacak kapılar olduğunu zannediyor. Darbe tehdidi ile siyasî kazanç sağlayacağını düşünüyor. Devlet partisinin ufuk karartan alışkanlıklarından kurtulamıyor. Mumcu'yu anlamak daha kolay. Sıkıştığı köşeden, 1997'de Anasol-D hükümeti ile sıyrılmaya çalışan Mesut Yılmaz'ın hatasını tekrarlıyor. İkisinin ortak paydası fırsatçılık. Hesap baştan çıkarıcı görünüyor, ama yanlış. Darbe siyaseti ile abad olan siyasetçi yok. Baykal'ın görünürde bir alternatifi olmadığı için durumu sağlam. Mumcu ise bastığı zemini bütünüyle kaybetti. Artık siyasette Mumcu'nun ve Anavatan'ın esamesi okunmayacak. Hafif bir rüzgârda güç sahiplerine teslim olan bir siyasetçinin bu yıl içinde sırra kadem basmasını elbette kimse hissetmeyecek. Mehmet Ağar, tereddüt geçirmesine rağmen durumu toparladı ve iddialı biçimde darbe karşısında yerini aldı. Artık, "darbe yorumcusu" Mumcu ile aynı fotoğraf karesi içinde görünmek bile DYP'ye oy kaybettirecek.
İnsaf ölçülerinde son bir hafta içinde yaşadıklarımızın sebeplerini ve yol açtığı sonuçları düşünelim. Ordumuz, ortalığı yakıp yıkarak taş üstünde taş bırakmayan, halkı açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden Moğol ordusu değil. Komuta kademesinde Hülagû'lar yok. Subaylarımız, boğazlarına kadar siyasete bulaştığı için tek mermi atmadan teslim olan Selanik'teki Redif Tümeni'nin subayları da değil. Hele Erkan Mumcu'nun ihsas ettiği gibi, Türkiye'yi etnik çatışmaya sürükleyecek teşebbüsün Türk Silahlı Kuvvetleri'nden geleceği iddiası, bu orduya yapılacak en büyük bühtan olur. Bizim tek sorunumuz siyasetçilerimiz. Sivil siyaset, kendisini var eden demokrasiye ihanet etmediği takdirde kimse darbe yapamaz. Nitekim son darbe de, askerlerin değil sivil siyasetçilerin marifeti olarak tarihe geçecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder